Yaşamdan kesitler

Ömrümüzden bir bayram daha geçti gitti. Dini bayramlar yaklaştığında içimi hep hüzün kaplar, sıkılırım. Biz Maşukiye'de çok kalabalık bir ailede büyüdük. Benim hatırladığım yıllar İkinci Dünya Harbi yıllarıydı. Babamlar dört erkek kardeşti. Sadece büyük amcamız başımızda, diğer üçü askerde  Trakya'da, Hadımköy civarında, düşman geldi gelecek diye vatanı bekliyorlardı. O zamanlar kışlar da çok soğuk ve karlı olurdu, saçaklardan metrelerce buz sarkardı. Yirmiyi aşan nüfusuyla ailemizde yemekler kazanla pişirilirdi. Büyük bakır sini hep hazır dururdu ve işi biten yemeğini yerdi. Harbin ülkemize sıçraması tehlikesi nedeniyle dört kardeşin üçünün askere alınması, yaşamak için kalanların daha çok çaba sarf etmesini gerektiriyordu. Ailemiz çalışkan olduğundan, genelde mısır ekilir, onun sayesinde ekmek sorunu kalmazdı. Ama mısır, buğday gibi değil iki kez çapalanmak ve birkaç kez sulanmak ister. Mısırın altına fasulye, biber, domates, salatalık ta ekilirdi. Elma, armut, kiraz, vişne ağaçlarımızdan alınan meyveler aracılar vasıtası ile İstanbul, Haliç'teki hale gönderilir, az para gelir, bazen de çürüdü denize döktük diye cevap gelir üste para istenirdi. Yani malını gönderirsin borçlu çıkarsın. Elmaları alan olmaz bahçeye yığardık, çoğu zamanda pekmez yapılırdı. Şimdi o meyvelere organik deniyor. Yokluk vardı ama organik gıdalar yiyerek büyüdük. Az üretebildiğimiz buğdaydan çocuklar için nişasta yapılırdı. Baba tarafım Çayeli kökenli olduğundan kara lahana bahçelerden hiç eksik olmazdı. Ayrıca küplere turşu kurulurdu. Bir şansımız da balıktı. Çok ve ucuz olduğu için hamsi ile palamut küpe bastırılır, salamurası yapılırdı. Her zaman inek beslediğimiz için yiyecek sıkıntımız yoktu ama, para denen nesne de elimize pek geçmezdi. Onun için giyim kuşam, diğer ihtiyaçlar için yeni bir şeyler almak zordu. Baba dediğimiz büyük amcamız ne alabilirse onu giyerdik. Okul ayakkabımız çarıktı. Onun için bayramların o acıtan  burukluğunu halâ hissederim.

**

Sonra harp tehlikesi bitti, babam ile amcamlar terhis olup eve döndüler, elimiz güçlendi. Babam cumhuriyetten önce İstanbul Camialtı tersanesinin oralarda Amerikan gemi makineleri sanat okulunda okuyup mezun olduğundan köyümüz için yap devret işlet bir su değirmeni inşa etti. Şimdilerde Restoranlar Vadisinde Ali'nin yeri. Bizim için bolluk başladı, iki yıl sonra onu köy tüzel kişiliğine teslim ettik. Babam bu seferde Sapanca Gölü kıyısında Dereköy'de bir değirmen daha inşa etti. Ayrıca evimize su gücüyle çalışan elektrik üretim sistemi kurdu. Bir süre çalıştırdıktan sonra yeterli su temin edilemediğinden devreden çıktı.

**

Köyde beş altı yaşlarında sorumluluk ve hayat başlıyordu. Geceleri pencereler ışık geçmeyecek biçimde kapatılıyor, bahardan itibaren ekmeğimizin kaynağı mısır tarlalarını domuzlardan korumak için geceleri bekliyoruz. Ateş yakarak, teneke çalarak, ayrıca büyük kestane ağacının tepesine kurulan pervane döndükçe tenekeye çarparak çıkardığı seslerle domuzları korkutmaya çalışıyoruz. Zaman zaman da büyüklerimizden birisi Karadeniz usulü nara atıyor, karşı tepelerden aynen cevap geliyor. Demek ki oralarda bekleyenler var anlamında. Sekiz yaşından itibaren av tüfeği kullanmaya başlıyoruz. O zamanlarda belleğimde kalan bir hatıra da şu. Demokrat Parti kuruldu. Babam Maşukiye'de teşkilatlanmak için tabelayı hazırladı, ancak köyde onu asacak bir yer bulamadı veya engellendi, tabelayı işlettiğimiz değirmene astı. Selahattin Dönmez dayım da Acısu'da faaliyete başladı. Onlar kendilerine 46 demokratları derlerdi. Sanat okulunun ilk öğrencilerinden olan amca oğlum ve arkadaşları üzerinde DP yazan rozetleri okulda yapıp yakalarına takınca olan oluyor ve disipline veriliyorlar. Savunmalarına biz demirciler partisi diye takıyoruz demişler. Öğretmenleri nasihat edip ceza vermemişler. Aman yarabbi şimdi olsa yanmışlardı.

**

Sonrasında Maşukiye ilkokulu ve takiben İzmit Lisesi bitti, yolum Ankara Hukuk Fakültesine düştü. Gençtik içimiz kaynıyordu. Başladık sokaklarda yürümeye, ''Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır, ya taksim ya ölüm!'' diye bağırarak. O sorun halledildi. Bizde işsiz kaldık. Bu kez vatan cephesi diye bir uygulama ortaya çıktı, köylerde kentlerde kahve ve camiler ayrılmaya başladı, iktidarın bu tutumu halkı ikiye böldü. Bu sefer gençlik ''Hükümet istifa'' sloganı ile sokağa çıktı. Bende fakülteyi bitirdim ve 02.01.9960 tarihinde askerlik görevime başladım. 27 Mayıs’ta devrim oldu. Kura çektim ve İstanbul Rami 264.Top Taburuna iltihak ettim. İlk günü toplandık, hukukçular ayağa kalksın dediler , Rahmetli kader arkadaşım Teoman Ergül ve ben kalktık. Ona sen disiplin subaylığına bana da şuradaki takımı al (32 asker) Beşiktaş, Balmumcu Garnizonuna siyasi tutukluların başına marş  emri verildi. Orada nezarethaneyi kurduk. Tutuklular gelmeye başladı. Altı general, birisi sonra Senato Başkanı olan Tekin Arıburun, Prof Ali Fuat Başgil, birçok ünlü sanayici ve partici, Aziz Nesin, Mihri Belli ve arkadaşları, Beyoğlu’ndaki bir kısım barların sahipleri v.s. Bir gurup ta Yassıada'dan geldi. Takipsizlik kararı almış vali, genel müdür, hakim ve diğer üst düzey bürokratlar.

**

Adadan gelenler subaylarla konuşamazlarmış. Sabah ziyaretlerine gittim, ''Dışarıya çıkabileceklerini, kısa bir süre sonra da hürriyetlerine kavuşacaklarını, belli bir zaman sonra da demokrasiye geçileceğini, bu yattıklarının kendilerine prim olarak döneceğini'' ifade ettim. Çağlayangil'i sözcü seçtiler. O da hitaben, ''Söylediklerime şaşırdıklarını, bu zamana kadar kimsenin kendilerini muhatap almadığını, Tek arzularının hapisten çıkıp evlerine kavuşmak olduğunu, ileride mevki makam sahibi olabilmeyi ummadıklarını, evinda kızı Fatoş'la (Sonraki yıllarda mesai arkadaşım oldu) oturmaya razı olduğunu.'' anlattı. Hürriyetin, tutuklu kalmanın ne demek olduğu bu açıklamadan iyice anlaşılmaktadır. O rüzgar esti geçti, hemen hepsi milletvekili, bir kısmı bakan oldular. Ben Kızıltepe Hakimliğine başladım. Bana tutuklu günlerinde inşallah ben de mesleğe dönerim de Hakkari'de beraber çalışırız diyenmeslektaşım da Yüksek Hakimler Kurulu başkanı oldu. Yıllar geçti  Ben Akyazı Hakimiyim, İtalya'da master yapmışım, üçyıl geçti, tayin için Ankara'ya gittim.Oradaki bir Genel Müdür dostum, ne uğraşıyorsun binlerce orman davası ile Dışişleri Bakanı  Çağlayangil'i tanıyorsun, iki lisanın var Dışişlerine geç dedi. Ben hemen bitişikteki Dışişleri Bakanlığına gittim, Sayın Bakan yurt dışında imiş, bir not bıraktım,görevime döndüm. Bir süre sonra sonra bana bir form geldi, işlemler tamamlandı ve Ankara'ya çağrıldım. Akşam gittim, otelde dinlendim, sabah bakanlığa gideceğim ama 12.mart.1971 muhtırası sonucu Demirel istifa etti. Beni ümitlerim de suya düştü.  İki yıl sonra Yüksek Hakimler Kurulu Müfettiş Hakimliğine atandım. Sekiz yıl Türkiyeyi dolaştım durdum. 1980 Eylül ayı geldi,  ben Kadıköy Ağıp Ceza Mahkemesi Başkanlığına atandım, Kurul onayladı ve Yürürlüğe girmesi için Resmi Gazeteye gönderildi, neşir sırası beklerken ihtilal oldu ve Güvenlik Konseyi bütün tayinleri , emeklilikleri iptal etti. Bu arada sebebi anlaşılamayacak bir tasarrufla Yüksek Hakimler Kurulu  ilga edildi yani kapatıldı bu kez biz işsiz kaldık.

**

Ancak Anayasa'da hakimler kadroları lav edilse dahi maaşlarından mahrum kalmazlar hükmü gereği sefalete düşmedik, bir süre sonra ben Adalet Bakanlığı  Müfettişliğine atandım. Ama kırıldım, çok sevdiğin, ibadet olarak kabul ettiğim mesleğimden soğudum. Memleketim Kocaeli'nden Kurucu Meclise aday oldum ve 62 kişi arasından iki kademeli seçimle Dr. Hamdi Açan'la birlikte yasama organı  üyeliğine seçildim..Hayatımın bu  kesimi şunu söylüyor, ihtilalin iyisi olmaz, en iyi yönetim çoğulcu demokrasidir. Üç ihtilal bana büyük sıkıntılar vermesine rağmen  ben devletimin kölesiyim. Elli yıl hizmet ettim ülkeme. Kızıltepe'de iken İzmit'te doğan oğlumu sekiz ay sonra görebildim. Onunla beş ay birlikte olabildik, sonra bir yıl İtalya'ya gittim yine ayrı kaldık. Bir defasında Sayın Tanzer Ünal gazetemizde benimle bir söyleşi yapmıştı. İhtilaller hakkında ne düşündüğümü sorunca, Ben, ''Bütün ihtilaller bana karşı yapılıyor .'' diyerek, bu kalkışmalardan her ferdin zarar gördüğünü espri anlayışı içinde anlatmak istemiştim. 

**

Demokrasi başımızın tacıdır, Prof. Dr. Bülent Nuri Esen hocamızın dediği gibi oklokrasi sebebiyet  vermeden, o ortamı yaratmadan çoğulcu demokrasiyi ve o yolu bize açan Atatürk ilkelerini savunmak ve yaşatmak  ilk görevimizdir.            

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Feridun Güray - Mesaj Gönder

#

göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Kocaeli Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Kocaeli Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Kocaeli Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Kocaeli Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.



Anket Başiskele belediye seçimlerinde hangi adaya oy verirsiniz?
Tüm anketler